MEMLEKET DENEN SEVDA
01 Temmuz 2020 13:41:37
Hasan Hüseyin Yalvaç
Rüzgârına sarınmış yalnızlığınla yatarken gördün onu ilk.
büyük ve yaşlı sevdasını sallıyordu,
bir baştan bir başa, kara dumanının ardından giden
yaşam vagonlarının pencerelerinden.
İşte böyle takıldın memleket denen sevdanın peşine,
kimi zaman dağ başlarında çoban,
kimi torna tezgahlarında dökülen terdin.
sevincini ve acılarını ortaokul sıralarında,
ördüğün fileye nakşeyledin.
Sonra başakların dikliğinde gökyüzünü,
ay ışığında yıldızların çeşitlerini gördün.
takılıp gittin peşlerine bulurum diye,
memleket denen sevdayı.
sen vardıkça o uzaklaştı, uzaklaştıkça büyüdü
sevmenin destanları.
Her yer Leyla’ydı, her yer Şirin, Aslı’yı da bekledin.
Kerem sendin Ferhat sen, Mecnun’u da ekledin.
dağların vardı taşınmaz, kuş kanatlarında yorgun,
çöllerin, sarı sıcaklarında serap serap dağılan.
asaların küçüldü, eridi demir çarıkların,
nedense memleketi dolaşmaktan usanmadın.
Van Kalesi’ne oturdun Urartularla el ele,
arkanda yorgun minareleriyle Selçuklular,
karşında kollarını açmış Tatvan bekliyordu.
Akdamar’da bir çoban boğulurken sönüyordu fener,
İnci kefalleri sodalı gözleriyle bakıyordu
olmayan Van Canavarına.
Bin merdivenli kuyulardan su ararken,
aşk yaşıyordu kaya evlerde bilmem kimler.
dağlar yanarlığını yitirmiş kızgınlıktaydı,
karlar nöbetçiydi başlarında.
yaylaklarını arayan göçerlere,
şaşkınlıkla bakıyordu kardan nöbetçiler.
Tekin Sönmez şiiri anlatıyordu tane tane,
Akkoyunluların kaval sesleri arasında,
bir de yazacağı annesinin romanını.
kadınların tokaçladığı dil bilmez çamaşırlar,
tarihlerini karıştırırken Van Gölü’nün sularına,
Bizanslılar son oyunlarının önsözünü yazıyordu.
Oradan göründü Hakkari’nin unutulmuşluk yolu,
kaleleri, ağaçları ve çok gün görmüş karlarıyla
el sallarken yolculuğumuza,
çobanların kaval sesleri,
hayvanların ‘kim bunlar’ şaşkınlığına karışıyordu.
orada da gördüm seni,
salladığın memleket sevdası gömleğiyle.
Suların dile geldiği, yalçın dağların ele geldiği,
çiçek kokularının ‘hoş geldin’e geldiği,
kısa mı kısa ana caddesinde kentin,
sıcacık bir merhabaydı elimizi sıkan.
Türkçe gülerken Kürtçe anlayandılar
Kürtçe güldüklerinde Türkçe anlayandık
inanmayanlar gidip baksın tanıktır dağlar.
Uzun yolculuklarımız gibi uzundu sohbetimiz.
Aynı kaynaktan içiyorduk suyu,
Aynı rüzgâra sevdalıydı saçlarımız.
Mayınlar arasında çiçek yetiştirmek,
Türkü nehirlerinde çimmek bizim işimizdi.
Binlerce kara bulutun kara yağmuru,
İşte bu nedenle aramıza giremedi.
Van’dan yukarı vurup giderken aldın selamını Erciş’in.
Ağrı, başını yasladığı yüce dağın korumasında uyuyordu.
Tahir Geçidi karsızlığını yaşarken yürüdün geçtin,
Kar boğanaklarında geceler süren dostluğun vardı, biliyordu,
Beşik kertmesi bağınız inceden ince sızlasa da,
Tüm yollar ‘işimiz var, hadi gel’ diye çağırıyordu.
Yol ayrımındaydın solun Erzurum sağın Kars’tı,
Sağa döndün, gecenin karanlığı bastırmaktaydı.
Karanlıkta geçsen de çok göz gözeliğin vardı,
Kağızman, Tuzluca, Iğdır’ı sağında bırakıp,
Döndün donmuş insanlar dağına, Sarıkamış’a
Gece, aşk halinde çam ağaçlarıyla sarmaş dolaştı.
Öyle bir kentti ki burası karımızın saçına bit,
Kocamıza demir parmaklıklar düşerdi.
Neler paylaşmamıştın, ne sevinçler ne acılar,
Ömründen ne parçalar alıp götürmüştü,
Nedense hep kış gününe denk gelirdi işkenceler.
Kilot katına eski bir arabaya kelepçeli tenin,
İnadına üşümezdi, serçeler seni seyrederdi.
Kalesine kızıl bayrak çekildi deseler de,
Kale aldırmaz kahkahalarla gülerdi.
ETİKETLER : Yazdır