BOLU’DAN…
11 Aralik 2020 14:29:36
Aslında ben bugün, Erdemir’in Hekimhan’daki tüm varlıklarını satışa çıkartması olayını yazacaktım.
Sabah 10 civarı…Tam makinanın başına oturdum; Sina !
“Annemle Bolu’ya gidiyoruz baba. Sen de gel biraz hava almış olursun…”
65+’lar için temiz hava gitgide önem kazanmaya başladı. Hep evdeyiz. Pencere açmakla da temiz hava alınmıyor bizim buralarda. Çünkü hava kirli ! Temiz hava almak için kırlara /dağlara filan açılmak gerekiyor. Bolu’nun havası temizdir. Dağlık/ormanlık bir kent. Özellikle Bolu dağının havası…
Ereğli’ye girişi değil, ama çıkışı çok severim.
Te Akçakoca sapağına kadar deniz sağ yanınızdan sizi izler. Bazen eritilmiş kurşun grisidir, dümdüz.
Bazen mavi köpüklerle beneklenmiş bir Seruat peysajı gibidir. Martılar üstünde çığlık çığlık. Bata çıka ilerleyen bir balıkçı kayığı bazen…
Nazım Usta’nın çoookk eski bir şiiri düşer aklıma bu sıralar. İlk iki bölümü hala ezberimde:
Ufuklardan ufuklara
ordu ordu köpüklü mor dalgalar koşuyordu;
Hazer rüzgarların dilini konuşuyor balam,
konuşup coşuyordu!
Kim demiş “çört vazmi!”
Hazer ölü bir göle benzer!
Uçsuz bucaksız başı boş tuzlu bir sudur Hazer!
Hazerde dost gezer, e…..y!..
düşman gezer!
Dalga bir dağdır
kayık bir geyik!
Dalga bir kuyu
kayık bir kova!
Çıkıyor kayık
iniyor kayık,
devrilen
bir atın
sırtından inip,
şahlanan
bir ata
biniyor kayık!
Çocukluk yıllarımdan babam söylerdi bu şiiri gümbür gümbür..
Şiir yasaktı o günlerde, hoş hangisi yasak değildi ki !..
00
Bir de Bolu dağından inişi severim.
Sağ yanınız 99’lik bir kebapçı tesbihi gibidir. Sırt sırta vermiş onlarca kebapçı, “Et mangal” tabelalarının altına sinmiş müşteri bekler.. Tam karşılarında uçsuz bucaksız çam denizi…
Bolu dağı sofra kültürümüzün özeti gibidir.
Kaynarca’ya kadar uzar tespih taneleri. Kaynarca’dan sonra düze indikçe, tabelalar una bulanır: “Et mangal’ların yerini, “pide lahmacun” almaya başlar.
Sofra kültürümüzün öteki ayağı şekillenir böylece.
Akçakoca’dan içeriye kıvrılırsanız, bu kez sofra kültürümüzün üvey çocuğu olan “balık” oturur tabelalara. İlginçtir, üç yanımız denizlerle çevrili olduğu halde kişi başı yıllık balık tüketimimiz devede kulaktır !
00
Sina’nın bir süredir ağız sağlığı sorunu var. Küçük bir operasyon geçirdi, şimdi ara ara kontrole gidiyor…
İzzet Baysal Araştirma Hastanesi birkaç bloktan oluşan pırıl pırıl bir tesis. Ben içine girmedim, Sina’dan öğrendim: Çok organize bir hastaneymiş burası. Korona salgınına rağmen tüm servisler hizmet veriyormuş; üstelik gereken titizlikle…
Bizim buraları düşündüm:
Hazır bekleyen mis gibi arazi üstüne iki fakülte binası dikemedi palavracılar…
Devlet hastanesini de cehennemin dibine atıp kent içini özel hastane ve kliniklere teslim ettiler.
Neyse.
Buralara kadar gelmişken Köfteci Yusuf’a uğramamak olmaz dedik. Özellikle haftasonlarında önünde kuyruklar oluşan dükkanda in cin top oynuyordu. Sadece gel-al yöntemiyle paket servis yapabiliyorlar…
Birşeyler aldık…
00
Dedim ya, Ereğli’ye dönüşü pek sevmem.
Tünellerle bölünmüş yola anlam katacak hiçbir şey yoktur çevrede. Birkaç kel tepe, birkaç ağaçlık, hepsi bu…
Manzara, belediye plajının oralarda renk değiştirir, güzelleşir. Sonra yeniden inişe geçer:
Kent merkezine girerken iki şeyle karşılaşırsınız:
Solda, dumanlar içinde Erdemir…
Sağda, hiçbir mimari özelliği olmayan, ruhsuz, boyasız kasaba evleri…
Oralara bir yere konulmuş, tuhaf bir çilek heykeli, hepsinin üzerine tüy dikti !..
Bazen düşünürüm:
Sahil boyu da olmasa…
Gelecek kuşaklar, eminim, Halil Posbık’a teşekkür edeceklerdir. Çünkü, sahilin ilk projesi onun değildir ama, geliştirerek uygulayan Posbıyık’tır.
Bizim kuşak el ayak çektikten sonra gelecek belediye yönetimleri, o zamana kadar güzelim ülkemizde vefa diye bir duygu kalırsa, eminim kıyı boyuna Posbıyık’ın adını verip büstünü dikeceklerdir.
Bunu şimdiden hak etti.
00
Yasak başlamadan kapağı attım eve.
ETİKETLER : Yazdır