“ KUDUZ DÜĞÜNÜ”NÜN HİKAYESİ
25 Ocak 2018 09:48:55
Sanatçılar küllerinden doğan anka kuşuna benzerler .Tarih babanın toprağına ne denli derin gömülürlerse gömülsünler, bir bakarsınız bir yerden filiz verip yeniden doğarlar.
Egemenler, sanatçıları öldürecek silahı bulamadı bugüne kadar. Bulamayacak da. Çünkü sanatçılar ölümsüzdür.
Akçakoca kitap fuarı kapsamında geçen cumartesi günü, 1967’de kaybettiğimiz babam Ahmet Naim’le ilgili düzenlenen söyleşi, sanatçıların ölümsüzlüğüne yeni bir örnekti/göndermeydi.
Rahatsızdım, söyleşiye katılamadım. Çıladır ailesini eşim Zehra ile küçük oğlum Sina temsil ettiler orada.
Söyleşiyi nerdeyse kırk yıldır görmediğim eski mapusane arkadaşlarımdan hikayeci Hakkı Gümüştaş düzenlemiş. Konuşmacı da yabancımız değilmiş, uzun süredir İzmir’de yaşayan Ereğlili Prof.Dr. Erkan Sevinç’miş…
Etkinliğin haberlerini internette okudum. Yeni Ufuk’a gönderilen etkinliğe ilişkin ileti ve fotoğrafları da, orada okudum/gördüm…
Sanatseverler büyük bir aile gibidir. Birbirlerini hiç tanımasalar da, gün gelir, bir sanat etkinliğinin agorasında bir araya gelirler. Etkinlik konusunu hep birlikte kucaklar, onurlandırırlar.
Bu kez de öyle oldu.
Ahmet Naim, ölümünün 51.yılında Akçakoca’da bir kez daha doğdu.
Geç de olsa etkinlikte benim de tuzum olsun dedim, bu yazı onun için…
o o o
Ahmet Naim’in ölümünden önce yayınlanan kitapları arasında hikaye kitabı yok. Oysa, kendi deyişiyle, 100’e yakın hikayesi var. Sedat Simavi’nin 7.Gün’ünde tefrika edilen “ Toprağa Dönüş “ isminde bir de romanı… Yayınlanan kitapları bir-iki sahne oyunu ile birkaç etüd…
Bir gün bunun nedenini sormuştum kendisine. Yanıtı (özetle) şöyleydi:
“ Benim roman ve hikayelerim sosyal muhtevalı çalışmalardır. Bunları, Sedat Simavi’nin 7 Günü ile Yeni Adam, Yurt ve Dünya gibi sanat ve düşünce seviyesi yüksek dergilerde yayınlıyordum. Daha sonraları Hürriyet gazetesini kuran Sedat Simavi büyük bir aydındı. Beni daima teşvik ederdi. 7 Gün’de tefrika edilen Toprağa Dönüş ismindeki romanımın kitap halinde yayınlanması için O’nun tavassutunu istemiştim. O da, o tarihlerde tanınmış bir yayınevinin sahibine vermiş romanı, ancak yayıncı romanı “ aşki “ olmadığı gerekçesiyle reddetmiş. Simavi bana gönderdiği mektubunda kendisine bu cevabı veren yayıncıyı odasından defettiğini belirtiyor, yayınevi olsa romanı seve seve basacağını söylüyordu…”
( Azizim Naim Bey diye başlayan bu elyazılı mektup bendeydi, uzun yıllar önce Zonguldak’ta yayınlanan ÇIĞ ismindeki dergide çıkmıştı).
Ahmet Naim, devamında, romanının reddedilmesinden sonra hevesinin kırıldığını, hikayelerinin kitap halinde basımı için başka teşebbüste bulunmadığını söylemişti bana…
o o o
“ Sanatçılar öldükten sonra kıymete biner “ diye bir özdeyişimiz vardır. Ahmet Naim’in ölümünde de doğrulandı bu. Ama bakın ne şekilde:
Ahmet Naim’in öldüğü 1967 Nisan’ında ben İstanbul Tarabya’daki bir sanatoryumda tedavi altındaydım.
60’lı yıllar aile için felaket yıllarıydı. Paramız yoktu. Çok kötü durumdaydık.
Ben işsizdim. Babamın emekli maaşının büyük bir kısmı ayrıldığı iki eşi (birisi annem) ile ikinci eşinden olan kızına “ nafaka “ olarak kesiliyordu.
Yerel gazetelerden üç-beş kuruş çıkarmaya çalışıyorduk. Ama, çalıştığımız gazetelerin de maddi olanakları iyi değildi…
Derken hastalık !.. Can dostum Kemal Kuşhan’ın ısrarıyla Verem Savaşı Dispanserinin doktoru Bülent ağbiye (Akbostancı) muayene ve onun ısrarıyla sanatoryum…
Birkaç ay sonra olmalı.. Ahmet Naim’in ölüm haberini, Nisan başında, sanatoryumun, 1960 başlarında Yassıada da görmüş eski bir DP milletvekili olan başhekiminden almıştım.
Cebime, gerektiğinde kullanılmak üzere sokuşturulan kan pıhtılaştırıcı ampüllerle apar-topar Zonguldak…
10-15 gazeteci ve sanatçıdan (Doğan Şadıllıoğlu da vardı aralarında) oluşan cenaze töreni ve İncivez mezarlığı…
Aynı gün, Doğan’ın “ kal, gitme “ ısrarına rağmen, ola ki bir kanama geçirip çevremi rahatsız ederim düşüncesiyle sanatoryuma dönüş…
o o o
Haziran ayıydı…
Nereden, nasıl ve ne zaman haber aldıysa, babamın eski dostu olduğunu bildiğim, ama o güne kadar hiç görmediğim hikayeci Mehmet Seyda sıcak, bunaltıcı bir gün fötrüyle yelpazelene yelpazelene beni sanatoryumda ziyarete geldi. Şaşırmıştım. Seyda’nın bir önerisi vardı.
Ahmet Naim’in kendisinde bulunan hikayelerinden bir demeti yayınlamak istiyordu. Bunun için Yeditepe dergisinin ve yayınevinin sahibi Hüsamettin Bozok’la görüşmüş ve onayını almıştı. Kitabın Önsüzünü de kendisi yazacaktı…
Seyda, çok sevindiğimi filan söylememe fırsat vermeden “ sadede “ geldi. Dedi ki:
“ Bozok’un maddi durumu pek iyi değil, dergiyi ve yayınevini zar-zor götürüyor. Kitabın basımı için biraz paraya gerek olacak… “
Buz kestiğimi hatırlıyorum… Ama renk vermedim.
Sordum:
Ne kadar ?
Aklımda kaldığına göre 2500 lira civarında bir paraydı bu. Benim’se, değil 2500 liram, 2500 kuruşum bile yoktu.
Düşüneceğimi söyledim. Seyda, haftaya yine uğrayacağını belirtip aceleyle gitti.
Kemal Kuşhan, zaman zaman, beni bazen tek başına, bazen bir-iki arkadaşıyla ziyarete geliyordu. Durumu ona anlattım. İlgileneceğini söyledi…
Haftaya Seyda yine geldi. Parayı aradığımızı, ama ne zaman elimize geçeceğini henüz bilmediğini söyledim. Bir hafta sonrası için yine sözleştik…
Hafta içinde Kemal, bu kez Zonguldak’tan müşterek arkadaşımız olan mimar Ahmet Hamdi Dinler’le birlikte geldi. Dinler, Zonguldak’ta TİP’in kurucularından sıkı bir sosyalistti. O tarihlerde epeyce gürültüye neden olan “ Sömürücüye Yumruk “ gazetesinin de sahibi ve yazıişleri sorumlusuydu. Derginin basım giderini de cebinden ödüyordu…
Dinler, aklımda kaldığına göre,2500 lira tutarında bir çek verdi bana. Kitabın yayınlanmasını kendisinin de çok istediğini söyledi.
Gözlerimin yaşardığını bugün bile çok iyi anımsıyorum.
Seyda, haftaya yine geldi. Çeki kendisine verdim. Sevinerek gitti.
Seyda’nın bu işten hiçbir maddi beklentisi yoktu,eminim.. O, hem kısa süre önce ölmüş eski bir dostunun öykülerini günyüzüne çıkartmak gibi bir vefa örneği sergiliyordu, hem de zor durumdaki Hüsamettin Bozok’a dostluk yapıyordu.
Kuduz Düğünü böyle çıktı.
Kitabın çıkışından iki hafta sonra Hüsamettin Bozok’u ziyaret ettim. Babıali’de, dökülen bir işhanının ikinci katındaki küçük bir odaydı Yeditepe dergisi ve yayınevi. Bozok, eski püskü bir masada oturuyordu. Odada iki tahta sandalyeden başka bir şey yoktu.
Bu onu son görüşüm oldu.
Çıkarken bana birkaç Kuduz Düğünü verdi. Hepsi bu kadar.
o o o
İlginçtir, o birkaç kitabı da, Ahmet Naim’in tüm sanat mirası ile birlikte iki yıl sonra Sıkıyönetim Komutanlığı el koyacak ve ben onları bir daha göremeyecektim.
Cezaevi yılları da o ara başlayacaktı…
o o o
Gümüştaş’ın sahaflarda bulup satın aldığı ve eşime hediye ettiği Kuduz Düğünü’ne yıllar sonra yeniden kavuşmak beni nasıl mutlu etti bilemezsiniz…
o o o
Ahmet Naim’in Toprağa Dönüş romanı ile hikayelerinden bir seçkiyi bu yıl Evrensel Yayınevi basacaktı. Sözleşmesini de yapmıştık.Ancak, Evrensel, OHAL kapsamında kapatıldı. Artık kitaplar ne zaman yayınlanır, bilemiyorum.
o o o
Bir şey daha var:
Yıllardır Ahmet Naim’le ilgili kapsamlı çalışmalar da yapıldı. Örneğin Doç.Dr. Fatih Sakallı’nın, “ Ahmet Naim Çıladır’ın öyküleri üzerine bir inceleme “ ( Akademik Sosyal Araştırmaları Dergisi, Sayı 2, Haziran 2014) ismindeki çalışma gibi…
Billur Özeke’nin, “ Gizli kalmış bir cevher: Ahmet Naim Çıladır “ (İpekli mendil) çalışması gibi…
Egemen Berköz’den İrfan Yalçın’a, Hürriyet Yaşar’dan, Doğan Şadıllıoğlu’na, Hamit Kalyoncu’dan, Gürdal Özçakır’a, Ahmet Köksal’dan, Akman Özyalçıner’e uzanan inceleme, röportaj tanıtım yazıları gibi bir çok yazarın emeğini de bir kitapta toplamanın yeri geldi diyorum kendi kendime…
Bakalım…
o o o
Ahmet Naim’in 1940’lı yılların ortalarında Demokrat Parti’ye sempati duyması da bir anlamda sorgulanmış söyleşide…
Bir başka yazımda bunun nedenini anlatacağım…
Sadece şu kadarını söyleyeyim:
Lenin, 1940’lı yıllarda, mükellefiyet despotluğuna sahne olan Zonguldak’ta yaşasa, koşa koşa gider DP’ye üye yazılırdı…
ETİKETLER : Yazdır