YURTTAŞLIK BİLİNCİ..
02 Kasim 2011 13:20:09
Emperyalist ABD ve AB ülkelerinin piyonu terör örgütünün, yurdumuzun korunması ve savunmasında görevli asker-polis demeden gencecik evlatlarımıza yönelen bombalı kalleş pusuları, kanlı saldırıları yurttaşlarımızı derinden etkiledi ki, Edirne’den Ardahan’a değin ayağa kalktı Türkiye. Şanlı bayrağını kapan milyonlarca insan meydanlara koştu, terör saldırılarını ve bu alçak örgütü şiddetle kınamak için. Sadece kınamakla kalmadılar, bunlarla müzakere masasına oturanlar da payını aldılar bu güçlü dalgalardan.
Sadece kınama eylemi olarak bakmamak gerek bu çok haklı öfke seline. Evet, ellerde bayraklar vardı ama Atatürk de vardı milyonların yüreklerinde. O şanlı bayrağın özgürce dalgalanması için Avrupa’nın yedi düveline kafa tutan ve onlara diz çöktürerek bağımsız bir ülke yaratan Gazi Mustafa Kemal de bayrak olmuş sarmıştı caddeleri, işyerlerini, evleri. “Şehitler ölmez vatan bölünmez” deyişi, bir yandan misak-ı milli sınırlarından asla ödün verilemiyeceğini yüksek bir sesle dile getirirken, ülkemizin korunması ve savunmasında canlarını verenlerin de bu toprakları aziz kıldığını, unutulamıyacağını vurguluyordu.
Yurttaşlık; ülkede bir arada, birlikte yaşamayı öngören bilinci ortaya koyan önemli bir kavramdır. Bu bilinçledir ki her yaştan milyonlarca insan caddelerde gece-gündüz dosta düşmana sloganlara sardıkları bu düşünceyi haykırdılar: “Bizler, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan ve dedelerimizden hepimize miras kalan bu yurtta bir arada birlikte yaşayacağız” diye..
Beni en çok etkileyen görüntülerden biri de özellikle ortaokul, lise, üniversite düzeyindeki gençlerin attıkları “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganı idi. Eğitim Bakanlığı belki aksini düşünüyordu ama, gençler “ne kadar yasalarla oynansa da Mustafa Kemal’in çağdaş ve aydınlık yolunda yürüyeceklerini” bir kez daha yüksek ve kararlı bir sesle haykırıyordu.
Türkiye teröre kurban verdiği şehitlerini daha toprağa verirken, bu kez bir büyük yıkım da “Van Depremi” ile gelmişti. Sadece Van mı idi sarsılan? Bütün ülke bu sarsıntı ile fırlamıştı yerinden. Kimi iller ve kurtarma ekipleri daha önceki depremlerden deneyimli idiler. Önce onlar düştü yola erkenden. Anadolu insanı, en büyük yardım kuruluşumuz Kızılay ile yarışırcasına hemen gerekli yardımları toplayıp göndermeye başladı. Belediyeler, çeşitli örgütlenmeler büyük bir yardımlaşma ve dayanışma içine girdiler. İsrail, Ermenistan gibi ülkelerin de içinde olduğu çeşitli devletler de bu dayanışmada yerlerini almaya başladı.
Anadolu insanı, dosta düşmana bir kez daha yurttaş olmanın erdemi konusunda dersler verdi kuşkusuz. Hiçbir önyargıya kapılmadan, sadece darda olan kardeşlerinin yaralarını sarmaya, en yeni giysileri, gıda ve ihtiyaç maddelerini göndererek merhem olmaya çalışıyordu. Bütün bunlar yazılı ve görsel medyada ayrıntıları ile yer aldı. Türkiye büyük bir doğal yıkım karşısında el-ele, yürek yüreğe vermiş, hem kardeş dayanışması içinde olduğunu göstermiş, hem de her türlü değer yargısının üstündeki onurlu ve soylu davranışını sergilemiştir.
Bir ülkede yurttaş olmanın erdemi işte bu noktada kendini gösteriyor. Terör olayları, siyasi ayrımlar-ayrışmalar, vs.gibi olumsuzluklar hiç gözönüne alınmadan insanlar birbirine ellerini uzatabiliyorlar, sıcaklıklarını iletebiliyorlarsa bu ancak yurttaşlık bilincinin varlığıyla, bir yurt parçasında birlikte yaşama iradesi, insani görev ve sorumluluk anlayışıyla açıklanabilir.
Belki yakından gördüğümden ve tanık olduğumdan olacak beni en çok etkileyen depremlerden biri 1971 Mayıs ayındaki Bingöl depremidir. Tatvan-Sorgun’daki Alay’a bağlı Topçu Taburu’nda iki yedek subay nöbet görevindeydik. Akşam üzeri tam da yemeğe oturmuştuk ki Alay Komutanlığı’ndan gelen yıldırım emir bizi ayaklandırdı: Kazmalı-kürekli 60 asker hazırlanacak! Ardından, o dursun derhal şunlar hazırlanacak!. Emirler peşpeşe yağıyordu. Bu fırtınanın ardından en son gelen emre göre iki araç dolusu malzeme ile evraklar dahil yola çıkmak için gerekli hazırlıkları en kısa sürede tamamladık, meşhur reolarla konvoy halinde Bingöl’e hareket ettik. Araçtaki bir görevim de sürücü askerimi uyutmamak için sabaha kadar fıkra, küçük hikayeler anlatmak, şarkı, türkü terennüm etmekti.
Sabah saatlerinde Bingöl’e ulaştık. Getirdiğimiz malzemeleri Askeri Birlik ilgilisine teslim ettik. Sonra hareket saatini belirleyerek ayrıldık. Şehri gezerken bir enkaz çalışmasını izlemeye başladım. Yıkıntı, bir Ebe Okulu imiş. Vinç bir duvarı kaldırınca, yüreğim göğsümden dışarı fırlayacaktı diyebilirim. Duvarın altında korku ile birbirine sarılmış iki kız çocuğunun-öğrencinin cesedi çıkmıştı. Kızcağızlar üzerlerine düşen duvarın altında yamyassı olmuşlardı.
Nasıl lanetler okudum, küfürler ettim, anlatamam. Bina devlet malı idi. Kuşkusuz yasalara uygun ihale ile “en çok kıran” bir müteahhide verilmişti. Ne demekti “en çok kırmak”!. “En düşük fiyatı” vererek okulun yapımına talip olmaktı. Devlet kârlı idi, düşük fiyata okulu yaptıracaktı!. Bu “en çok ben çalıp-çırpacağım” demekti aslında. Düzen böyle kurulmuştu. Bu iki kızcağız inanıyorum ki eksik malzeme ile yapılan bu okulda, sadece birilerinin daha çok kazanma hırsı ile ölüme yazgılı olmuşlardı. Bu korkunç tabloyu, ne yazık ki yaşanan bir çok depremde, diğer doğal yıkımlarda görecektik.
Bu güne değin bir kez yurt dışına çıkma olanağım oldu 2000 yılında. Gezme amaçlı Rotterdam’a gitmiştik. Dönüşte gideceğimiz tarafa geçmek için körfezin etrafını dolaşmanın gerekli olduğu belirtildi. Ama kestirmesi de varmış; körfezin altındaki tünelden geçmek. Bu yoldan gitmeye karar verdik. O pırıl pırıl tünelden geçerken bizim Dorukhan tüneli aklıma takıldı. Yapıldığında özellikle kış aylarında tünel duvarlarından suların aktığını, büyük buzların oluştuğunu, falan-filan anlattım. Tünelin en az iki kez bakıma alındığını, onarım yapıldığını, sonuç olarak ancak bir miktar düzelme olduğunu ekledim.
Hollandalı mühendis üç cümle ile yanıt verdi anlattıklarıma: iyi para, iyi malzeme, iyi işçi.. Evet, bu işe uygun iyi malzeme, iyi teknik eleman ile bu malzemeyi kullanabilecek iyi işçi, yapılan işe uygun iyi para!. Evet, Batılı yapılacak işe böyle bakıyordu. Onun “yurttaşlık bilinci” bunu gerektiriyor kuşkusuz; eksik malzeme kullanmadan, bu işin işçisiyle, kurallara-koşullara uyarak imarı yapmak. Biz ise, -düzgün mühendis-mimar ve müteahhitleri ayrı tutarak- nereden malzemeyi kırparım,çeşitli kademelere çöreklenmiş ilgilileri -düzgün Belediye, denetim görevlilerini ayrı tutarak- nasıl memnun ederim derdinde oluyoruz çoğu kez. İşçi dersen mebzul miktarda var zaten.
Onun için Batı kafasıyla (kurallara ve koşullara uygun)yapılmış binalar ayakta; bizde ise deprem değil, öncelikle kaçak-köçek yapılmış binalar insanın canını almakta. Bu işte bir çarpıklık yok mu?
ETİKETLER : Yazdır